Listen Radio Groove Mix

Havalimanında deli gibi koşturmaca!

Herkese selam,

Blog yazılarıma uzun hatta çok uzun bir aradan sonra yeniden başlıyorum. Bundan dolayı mutluyum, aslında bu kadar yıl neden yazmadım, hiç bilmiyorum… Bildiğim tek şey anlatacak konuların oldukça biriktiği…

İlk olarak çok yeni bir anımı yazarak başlamak istiyorum. Anılar yazıldıkça unutulmuyor çünkü… Bu yaşadığım macerayı da uzun yıllar hafızamda saklamak isterim… Bunun için en doğru yöntem, anıyı beynimden çıkararak, burada metine dökmek…

Efendim, geçtiğimiz hafta hazır vizem olmasından istifade ederek, biraz buralardan uzaklaşmak ve kafa dinlemek amacıyla İngiltere’ye gittim. Londra’da birkaç gün kalıp gezdikten sonra daha önce görmediğim İskoçya’nın Edinburgh kentine doğru yola çıktım. Birleşik Krallığa bağlı olan İskoçya’ya aynı vize ile gidilebiliyor. Londra’daki Kings Cross tren garından Edinburgh’a yaklaşık 5 saatte ulaşılıyor. Trenler oldukça fazla, neredeyse her yarım saatte ya da saat başında bir tren var. Akşam saatleri ise seçenekler biraz azalıyor, haberiniz olsun.

Maalesef aldığım bilette yerim belli değilmiş, trenin kalkacağı perona doğru koşarak gitmek gerekiyormuş. Ben de içinden “Niye bu insanlar bir anda trene doğru koşuyor” diye düşündüm. Sonra anladım ki, yer kapma olayı yüzündenmiş. Böyle gevrek gevrek trene doğru gidince tabi, oturacak yer kalmadı. İlk istasyon olan York’a kadar iki saat ayakta kaldım..

Edinburgh güzel ve tarihi bir şehir. İnsanları oldukça sıcak, sakin. Havası güzel, nemli değil, burnunuz tıkanmıyor. Metro yok, otobüs var. Eski ve yeni Edinburgh olarak ikiye ayrılmış şehir, esas hareket eski tarafta… Ancak vaktiniz varsa yeni bölgede bir yürüyüş yapın derim ben…

Neyse, yazının konusu Edinburgh değil, belki sonra başka bir yazıda bu güzel şehri daha uzun anlatırım… Şimdi dönelim konuya… Edinburgh’da 4 gün kaldıktan sonra, uçağımın olduğu Pazar günü sabahı sabah 09.00’da Londra’ya dönmek üzere yola çıktım. Tren öğlen saat 13.30 gibi istasyona vardı. Uçağım ise 16.25’deydi. Uçağımın kalkacağı Stansed Havalimanı Londra’nın merkezine otobüsle iki saat mesafede… Tabi, ben bunu sonradan öğrendim. Londra’ya gelince ucuz olsun diye havalimanına kalkan otobüslerini kullanmak istedim. Bu otobüsler, Kings Cross istasyonunun yanında yer alan St Pancras garının arkasından kalkıyor. Yarım saatte bir seferler yapılıyor ve ücreti 8 Pound… Gayet uygun yani…

Saat 14.00’da otobüse bindim. Yaklaşık bir saat, bilemedin 1 saat 20 dakikada havalimanına ulaşacağımı sanıyordum. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Yolculuk tam bir saat 50 dakika sürdü. Havalimanına vardığımda saat 16.00’ya varmak üzereydi. Sadece 25 dakikam kalmıştı ve ben bu havaalanını hiç bilmiyordum. Girer girmez Pegasus’u buldum. Oradaki görevli çok geciktiğimi söyledi, ben de “Biliyorum” diye cevap verdim. Online check in yapmıştım gerçi ama uçağa biniş kartım yoktu. Dolayısıyla onu almam gerekiyordu. Benden sonra bir iki kişi daha geldi, görevli onları kabul etmedi. Benim biniş kartımı verdi, bavulumu aldı.

Şimdi ise nereden gideceğimi bilmiyordum ve oldukça kalabalıktı. Koşarak güvenlik kontrolünün yapılacağı yeri buldum. Zaman hızla akıyordu. Önümde kocaman bir kalabalık vardı ve oldukça yavaş ilerliyordu. Ağlayacak gibi oldum. Sonrasında birkaç dakika sırada bekledikten sonra anladım ki, beklersem bu uçak kaçacak. Millete vaktim olmadığını söyleyerek önlere doğru süzüldüm. Neyse ki herkes anlayışla karşıladı. Güvenlik alanına geldiğimde yaklaşık 10 dakikam kalmıştı. Aslında bir umudum yoktu, sadece son ana kadar şansımı denemek istiyordum. Güvenlik kontrolünde hemen üzerinizdeki metal ıvır zıvırları koyduğunuz sepeti almak istedim. Görevli kızdı ve beklememi söyledi. Sonra beni bir yere yönlendirdiler. Orada gerekli şeyleri çıkardım. Bu arada üzerimde taşıdığım küçük çantamda Edinburgh’tan aldığım cep viskisi kalmıştı. Yaklaşık yarısı doluydu. Sıvıları ise poşete koyup ağzını kapatmak gerekiyordu. Ben de bir dikişte viskiyi içtim. Şişeyi atacaktım ama çöp bulamadım, çantama geri koydum.

Güvenlikten geçtim ve sepetimi beklemeye başladım. Sepetim bana doğru süzülürken bir anda yan tarafa doğru alındı… Anladım ki, şişe sorun yapmıştı. Görevliye sadece 5 dakikam kaldığını ve şişenin boş olduğunu söyledim. Özenle çantamı açtı ve şişeyi gösterdi. Dibinde bir yudumdan az viski kalmıştı. Bana sanki “içmek istiyorsan iç” gibi bakış attı. Ben onun çöp olduğunu belirttim, atabileceğini söyledim. Gitti yavaş yavaş hareketlerle şişenin içinde kalan ufacık sıvıyı çöpe boşalttı ve şişeyi çantaya geri koydu. Son 3-4 dakikaya girmiştim ben bu arada…

Güvenliği atlattıktan sonra, kapılara doğru şuursuzca koşmaya başladım. Bu havalimanında kapılara ulaşmak için neredeyse 500 metre boyunca devam eden ve sağında solunda “Duty Free” dükkanlarının olduğu bir alandan gitmek gerekiyormuş. Onu da yeni öğrendim. Bu alan boyunca deliler gibi koştum. Sağımda, solumda ne var diye bakamadım bile… En sonunda bir yere ulaştım. Nereye mi? Kapılara doğru giden trene! Maalesef kapılara gitmek için bir trene binmek gerekiyordu. Hemen ona atladım, beklemeden kalksın diye dua ettim. Dualarım kabul oldu, hemen kalktı. Trenin içinde bir çift vardı. Onlara “Kapı 7 nerede” diye sordum. Trenin ilk durağında inmem gerektiğini söylediler. Teşekkür ettim. İlk durağa yaklaşık 30 saniyede ulaştım. Hemen trenden çıktım, bir yürüyen merdiven vardı. Koşarak çıktım ve en sonunda “Kapı 7” önümdeydi. Saat tam 16.23’tü… 16.25’te uçak kalkacaktı. Ancak baktım, uçağa kimse alınmamış… Hemen görevlinin yanına gittim, “Pegasus, İstanbul burası mı” diye sordum. “Evet” dedi ve “Sakin ol” diye ekledi. Oturmamı, dinlenmemi ve uçağa henüz kimsenin alınmadığını bildirdi. Vıcık vıcık ter olmuştum, eşek gibi koşmuş, panik olmuştum. Ancak kapıya ulaştığımda öğrendim ki, tamamen boşu boşuna koşmuşum. Bu sırada bir anons yapıldı… İstanbul uçağında rötar olduğunu ve yaklaşık bir saat içinde uçağa alınmaya başlanacağı bildirildi. İçimden “Hayatımın en güzel rötarı” diye geçirdim.

Yaklaşık bir saat sonra uçağa aldılar, bir saat kadar da uçak içinde kalkış bekledik. Sebebi ise İstanbul’daki yoğun hava trafiği olarak açıklandı. Pegasus olduğu için su falan parayla, bu arada ne zaman kalkacağını bilmediğimden su istemedim, öyle yaklaşık bir saat geçti. Önceden yemek almıştım, kabin görevlisine dedim vakit varsa yemeğimi getirin. “Tamam, bakarım” dedi ama 10 dakika sonra uçak kalktı, ondan getirmedi herhalde…

Kalkıştan yarım saat sonra nihayet yemeğim geldi ve su içebildim. İstanbul’a gelişte ise bu sefer havada yaklaşık bir saat boş tur attık. Sonunda İstanbul’a uçak üç saat gecikmeli de olsa inebildi…

Eğer Londra’daki gecikme olmasaydı, benim bu uçağa yetişme şansım yoktu… Hayatımda ilk defa bir uçağın geç kalkmasından dolayı mutlu oldum…

Bu anıdan çıkardığım ders ise şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun uçuşundan en az 1.30 ya da 2 saat önce havalimanında ol… Her zaman böyle şanslı olmazsın ve limanda panik yaşamadan uçağa binmek çok güzel bir duyguymuş…

Hepsi bu kadar,
Görüşmek üzere…

 

Yorum ekle

Bir Yorum Yazın

Cemal Alp Solak

İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri 2004 Mezunu, Eski Gazeteci, blogger, iletişim ve dijital pazarlama uzmanı... PHP ve WordPress sevdiği konular...